Sayfalar

28 Nisan 2010 Çarşamba

Çeyrek Asırlık Serüven, İnönü Stadyumu’nda...

Çeyrek Asırlık Serüven, İnönü Stadyumu’nda...

Kuruldukları 1985 yılından itibaren bu topraklardan beslenip, ezilenlerin şarkısını söylediler. Yoksul halkın, itilmişlerin, yok sayılanların, baskı altında yaşayanların sesi soluğu oldular. Halkın sanatını yapmayı Pir Sultan Abdal'lardan, Ruhi Su'lardan öğrenip, onlardan öğrendiklerini dünya halklarının zenginlikleriyle birleştirdiler.

Gelenekselin en güzel yanlarını alıp yeniden biçimlendirerek, yarının ezgilerini besteledikleri 25 yıl boyunca, doğru bildikleri yoldan bir an bile ayrılmadan geldiler bugüne... Sayısız engellerle karşılaştılar, adları "yasaklı grup"a çıktı, resmisi/özeli tüm ekranlar onlara kapatıldı ama onlar tüm bunları onurla göğüslemesini bildiler. Tüm engellemelere ve sansüre rağmen albümleri çok sattı, konser salonları doldu taştı.

Bugüne kadar yayınlanmış 20 albümle, yurtiçi ve yurtdışında yüzlerce konserle, eylem alanlarında halkla, grev alanlarında işçi ve memurlarla, forumlarda öğrencilerle, yıkımlarda yoksul gecekondulularla, depremzedelerle, selzedelerle, göçük altında kalan maden işçileriyle, toprakları işgal edilen mazlum halklarla dayanışma içinde, her anı onurlu ve dolu dolu geçen 25 yılını kutlamaya hazırlanıyor şimdi Grup Yorum.

12 Haziran 2010 Cumartesi günü saat 20.00'de, Beşiktaş İnönü Stadyumu'nda tarihi bir gün yaşanacak. İstanbul'un orta yerinden, on binlerce dinleyicisi ile birlikte yükseltecek Yorumcu'lar, Sosyalizm'in gür ve coşkulu sesini. 25 yıllık serüvenlerini anlatacaklar dinleyicilerine... Büyük bir kolektivizmin ürünü olan şarkılarını, marşlarını, türkülerini söyleyecekler dinleyicileriyle birlikte hep bir ağızdan.

Ruhi Su'dan Nazım Hikmet'e, Pablo Neruda'dan Victor Jara'ya bütün usta bildiklerini, öğretmenlerini de selamlayacaklar tek tek. Onlardan öğrendikleriyle, onların yolundan yürüyüp yarına onların da düşlerini taşımanın onurunu haykıracaklar...

60 kişilik kadrosuyla şef Orhan Şallıel yönetimindeki "İstanbul Syhmphonic Project" isimli senfoni orkestrası da eşlik edecek onlara konser boyunca... Ve bugüne kadar Yorum'un albümlerine sesleriyle, şiirleriyle, üretimleriyle katılan sanatçı dostları da olacak o gün orada.

Kolkola halaylara durulacak yine, yarına dair güzel düşler, umutlar yeniden ve yeniden yeşerecek. Yorum'un ezgileri on binlerin katılımıyla çoğalacak ve boğazın serin rüzgarıyla o gün orada olamayanlara ulaşacak, hapishanelerin kör karanlık hücrelerinde direnenlerin yüreklerine güç katacak...

12 Haziran'da 25 yaşını kutlayacak, nice 25 yıllara doğru yürüyüşüne devam edecek Yorum.

Bu görkemli yürüyüşü birlikte adımlamaya çağırıyor Yorum, tüm dinleyicilerini....

Kızıldere Sana Biz de Geliriz...

Kızıldere Sana Biz de Geliriz 
30 Mart-17 Nisan Devrim Şehitlerini Anma ve Umudun Kuruluşunu Kutlama Günleri çerçevesinde Halk Cepheliler, Türkiye devrim tarihinde bir dönüm noktası olan Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı KIZILDERE köyüne bir yürüyüş düzenlediler.
Yürüyüş, 28 Mart’ta Gazi’deki Dayı’nın mezarı başında yapılan bir anmayla başladı. Dayı’nın mezarından Mahir’in mezarına götürmek için toprak alan Halk Cepheliler 4 otobüsle Ankara’ya hareket ettiler. Kocaeli ve Bursa’da da yürüyüş düzenleyen Halk Cepheliler buralardan katılanlarla beraber Ankara yolculuğuna devam ettiler. Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden gelen diğer Halk Cephelilerle Abdi İpekçi Parkı’nda buluşuldu. 6 aydır devam eden “Amerika Defol Bu Vatan Bizim” kampanyası çerçevesinde toplanan 200 bini aşkın imzayı Meclis’e teslim eden Halk Cepheliler, daha sonra Karşıyaka mezarlığını ziyaret ettiler.Burda Mahir Çayan'ın mezarı başında anma yapıldı. Yine aynı mezarlıkta bulanan diğer Şehitlerin de mezarlarını ziyaret eden Halk Cepheliler daha sonra Kızıldere’ye hareket ettiler.

Buradan itibaren sözü Kızıldere yürüyüşüne katılan ve bu anlatımları Yürüyüş Dergisi’nde yayınlanan bir Halk Cepheli’ye bırakıyoruz:

“Sana Geliyoruz Kızıldere, En Kızıl Rengimizle...”
Mahir’in başucundan uzanıyoruz Tokat’a doğru… Sana geliyoruz Kızıldere, kanımızın oluk oluk aktığı ve Anadolu toprağına karıştığı yere en kızıl rengimizle geliyoruz… Otobüsler sıralanıyor ardı sıra… 9 otobüs yollardayız… Otobüstekilerle sohbet ediyoruz. Heyecanlıyım, çok mutluyum, inanamıyorum, onurluyum diyor her bir yürek… Ses tonu ayrı, memleketi ayrı, yüzü ayrı, teni ayrı ama sözcükleri aynı. Aynı yürekten çıkmış gibi.
30 Mart sabahı 06.30’da varıyoruz Niksar’ın girişine. Buyarlar Dinlenme Tesisleri’nde duruyoruz. Niksar’ın o temiz havası vuruyor yüzümüze, ciğerlerimize çekiyoruz… 5-6 köy evi ile karşılaşıyoruz. Fatma Kızılaslan teyzeyle tanışıyoruz. Tesisin hemen solunda olan iki üç evden birisi. Gülerek karşılıyor bizi, kendimizi tanıtıyoruz, nereye gittiğimizi anlatıyoruz. Susuyor toprağına bakıyor. Önce bir şey duymadım bilmiyorum diyor. Çekiniyor anlatmaya. Sonra doğallığında başlıyor o güne dair sohbetler. “İlk duyduğumda daha yeni gelindim. 38 yıldır gelin olmuşum, olay olalı da bir o kadar yıl oldu. Ataköy’den komşum geldi, tarladan geliyordu üzgündü. Nereye gidiyorsun dedim. Kardeşimgilin oraları hep yanmış viran olmuş dedi. Ne olmuş dedim. Öyle öyle dedi. Mahir Çayan gelmiş köyümüze, devrimciler gelmiş, jandarmayla çatışıyorlarmış Kızıldere’de. Heyecanlanıyorum. Duygulanıyorum. Canım yanıyor ama bir şey yapamıyorum” diyor. Sonra nemlenen gözlerini önlemek istercesine gülümseyerek bize bakıyor. “Yolunuz Açık Olsun” diyor. Ayran, çay ikram etmek istiyor. Fatma teyzenin evi 4 katlı bir bina. İki katın üstüne iki kat daha çıkmaya çalışıyorlar, kaba inşaat halinde. Eve gelin gelecek deyip gülüyor. Evi boyasız. Melihcan torunu geliyor, daha çok küçük bize bakıyor utana utana. Fatma teyzenin evinin yanında tuğla bir ev var. Komşusu Yücel Bakır’ın evi. O da geliyor yanımıza. Onunla da sohbet ediyoruz. Sonra eşi de katılıyor sohbete. Hiç yabancılık çekmiyoruz. Çay, ayran ikram etmek istiyorlar. Hemen hazırlarız diyorlar ama vaktimiz yok. Tesise arkadaşların yanına gidiyoruz. Tokat dağlarında şehit düşen gerilla Sabahattin Yavuz’un da bir dönem orda olduklarını, hayvan otlattığını anlatıyorlar bize. Biz tesisteyken Fatma teyze, Yücel abi aileleriyle, gelinleriyle birlikte geliyorlar. ‘Sizi merak ettik, gittiniz mi diye’... Halk Cepheliler sarıyor etraflarını. Koyu bir sohbet başlıyor. Yaklaşık bir saat durup bizimle sohbet ediyorlar. Kızıldere’ye doğru hareket etmek için otobüslere biniliyor. Herkes çok hızlı hareket ediyor. Otobüslerden alkış sesleri, şen şakrak dost gülüşleri.... Yorum’un Kızıldere türküsü söyleniyor “Sanma Faşist Olandan Bir Gün Hesap Sorulmaz” en vurgulu, en öfkeli, en umutlu söylenen dize oluyor... ve “Kızıldere Kızıldere 10 Yerimde Yara Bere, Mahir Çayan’ı Vurmuşlar Haber Ver Gittiğin Yere” türküleri söyleniyor. İkili oturulan koltuklara oturanlar çok heyecanlıyım diyorlar birbirlerine.
Otobüsler tek tek diziliyor direnişle örülen yola... Yolda tuğlalı evler, otlayan kuzular... Yeşilin, kahverenginin, sarının o güzel uyumu...
Genelde evler çok seyrek... En çok üç katlı evler var... Anadolu, tüm güzelliğini cömertçe sunuyor. Yağmur yağmaya başlıyor, otobüstekiler “Mahirlerin bereketi bu” diyorlar. Korulu’ya dönüyoruz. Kuruyan bir dere yol boyu uzanıyor. Köy evlerinin arasından yol alıyoruz. 2 yaşlı amca merakla bakıyorlar otobüslere. Sonra anlamış olacaklar ki el sallamaya başlıyorlar tebessümle. Bir evden zafer işareti yapılıyor. Otobüstekiler alkışlarla selamlıyorlar zafer işaretini. Bizimkiler diyoruz işte bizim halkımız... 5 otobüs geçti 6. otobüs dönerken yola batıyor çıkamıyor. Son 4 otobüs yolda kalmış oluyor. Halk Cepheliler var güçleriyle bir kaç defa itiyorlar otobüsü, olacak gibi değil. Köylüler insanlar yardıma geliyor. İki traktör, iki kürekçi, zincir getiren geliyor. Hoşgeldiniz köyümüze diyorlar. Hal hatır soruyorlar. “O eve mi gidiyorsunuz?” diyor içlerinden biri. “Evet, Mahir Çayan’a gidiyoruz” diye cevap veriyor bir Halk Cepheli. Tokalaşıp yarım saat sonra yola düşüyoruz yeniden. Bu kez Kürdistan’dan gelen otobüsteyiz. Kars, Adıyaman, Malatya, Dersim, Elazığ, Yozgat, Adıyaman... Gençler ağırlıkta, genç soluklar... Gözleri cıvıl cıvıl...

Kızıldere’deyiz...
Kızıldere girişinde jandarma GBT kontrolü için durduruyor. GBT’den sonra hareket ediyoruz, 5 dakikalık yoldan sonra otobüsler duruyor herkes iniyor. Tatlı bir şaşkınlık yaşıyor herkes. İzin vermezler girişimize, gerekirse haftalarca kalırız, girmeden dönmeyiz diyenler vardı, Kızıldere’ye varınca önce onun şaşkınlığını yaşıyorlar. “Burası Kızıldere mi?”, “Vardık mı?” diyenlerin neşeli heyecanlı sesleri. Geniş boş bir alan. Yolun sağında tepeler....
Köyün girişinde hızla kortej oluşturulmaya başlandı. En başta iki sancaklı genç, arkasında sırasıyla “Yolumuz Çayanların Yoludur” ve diğer pankartlar diziliyor. Bütün kortejin her iki yanında kızıl bayraklar dalgalandı, ortalarda üste “Özgür Vatan İçin Öldüler” altına “Unutmayacağız” yazan ve ON’ların resimlerinin olduğu döviz ile “Mahir Hüseyin Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş” yazılı dövizler.
Tarihi anın yazıldığı o kerpiç eve doğru yürüyüş başladı. Kızıldere’nin sokaklarında doğru dürüst kimsecikler yok. Adeta ıssız, terkedilmiş bir köy havasında. Çok az insan görüyoruz. Evlerin perdeleri çekili, bir kısmı perdesini aralayıp bakıyor. Seyrek olan evler bir yerden sonra sıklaşıyor. 44 yaşında çiftçi bir amca soluk soluğa geliyor, gülümseyerek bakıyor korteje. Yandaki köyden motosikletle gelmiş. Yollar jandarma dolu diyor. Jandarma iki gündür evleri dolaşıyor “teröristler geliyor olaylar çıkacak, çatışma çıkacak, dışarı çıkmayın size zarar gelmesin” demişler. Jandarma bir hafta köylüleri korkutmak için çalışmış, tehditler savurmuş, başka köylerden takviyeler gelmiş. Köylüler kendi aralarında konuşurken güneş yanığı tenli amca köylülerden devrimcilerin geleceğini duyuyor. Heyecanlanıyor ve bu yürüyüşe katılmaya karar veriyor. Yetişemiyeceğim diye korkmuştum diyor. Röportaj yapmak istiyoruz yanaşmıyor. İsmini vermek istemiyor. Niye katılmak istediniz yürüyüşe diye sorduk, “Mahir Çayan için. Onu çok seviyorum. Ben onu her 30 Mart’ta anıyorum” diyor. Daha önce bu köyde hiç anma yapıldı mı Mahirler için diye soruyoruz. “Yok , sizin gibi böylesi görkemli hiç görmedim. Bir televizyonlarda gördüydüm” dedi. Heyecanlı heyecanlı gülüyor.

“Mahir Çayan’ı Öldürdüler Bugün”
Yürüdükçe ilgiyle izliyoruz çevremizi, çevremizdekiler de bizi tabi... Traktöründe oğluyla oturan gri şapkalı bir amcaya soruyoruz. Bu yürüyüşün neden yapıldığını biliyor musunuz? “Mahir Çayan’ı öldürdüler bugün. Bugün şehit düşmüştü onun için” diye cevaplıyor.
Kızıldere Köyü bu kez Gündoğdu ve Dev-Genç marşlarıyla çınlıyor. Önde giden jandarma ne yapacağını bilmiyor, çaresiz bakıyor, bu görüntüyü içine sindiremediği asılan yüzlerinden belli oluyor komutanların, ne yapacak bir şey yok...
Tuğladan yapılmış boyasız evler çoğunlukta. Halk Cepheliler evleri tek tek dolaşıp bildiriler dağıtıp anmaya çağrılar yapıyorlar yürüyüş sürerken. Bir evin önünde toplanmış çoğu kadın köylüler alkışlıyor, el sallıyorlar kortejimize. Astım hastası, solunum cihazına bağlı, yüzü maskeli 70-75 yaşlarında bir amca penceresine tutunarak bakıyor. Zafer işaretleri yapıyor el sallıyor bize. Tek eli pencerenin kolunu bırakmamacasına sarılmış, diğer eliyle el sallamaya çalışıyor. Elini öpüp bir daha sallıyor. Bizim insanlarımız diyoruz. Amcayı görenler daha gür haykırıyorlar sloganları “Kızıldereden Bugüne Yürüyoruz Devrime” Bir amca ona uzatılan bildiriyi alıyor, bakıyor sonra “Hoşgeldiniz hoşgeldiniz, Ama çok geç geldiniz, nerde kaldınız” diyor mutlu bir sesle. Elindeki bildiriyi sımsıkı tutuyor kortejin arkasından yürüyüp korteji takip ediyor.
Kerpiç eve yaklaşırken “Mahir Hüseyin Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş, Kızıldere Yolu Zaferin Yoludur” sloganlarının yankısı duyuluyor. Mahir de bizimle slogan atıyor, diyerek yankıyı güzel anlamlandırıyor gençlerden birisi.
Yeşilliklerin içinde bir kızılbayrak denizi akıyor Mahirlere doğru... Dev-Genç marşıyla devrimin yolunun yazıldığı o eve giriyoruz. Saat 14.30... İşte o an... ON’ların evi... Devrim devrim atıyordu tarihin kalbi 30 Mart 1972’de.... “Biz Buraya Dönmeye Değil Ölmeye Geldik” sesi yankılanıyor her bir yandan. “Mahir Hüseyin Ulaş Kurtulaşa Kadar Savaş” diye haykırıyor Halk Cepheliler...
Evin önü miting alanı gibi... Hemen evin ön ve arka cephesine iki kızıl bayrak dikiliyor. “Yolumuz Çayanların Yoludur” yazılı Mahir’in meşaleli silüeti... Evin çatısının üstüne “Biz Buraya Dönmeye Değil Ölmeye Geldik” yazılı pankart asılıyor. Evin etrafına komşular toplanmaya başlıyor. Çoğu biraz uzaktan izliyorlar hayranlıkla. Onları asıl etkileyen orda bulunanların gerçekten o tarihi anı hissetmeleri, yaşamalarıydı. “Buraya hiç böylesine gelinmemişti” diyor köylüler. 5-10 ya da 10’ar 20’şer gruplar gelip resim çektiriyor, jandarmanın ruhu bile duymuyor, öyle gidiyorlar. Böyle bir tören daha önce hiç olmadı burda diyorlar bize.
Birisi siz Mahir’in arkadaşlarısınız değil mi diyor, biz de evet. O bizim önderimiz diyoruz. Belli oluyor kimse öyle gelmedi diye cevap veriyor. Çok güzel görünüyor canlı, mutlu... Mahir Çayan Halk Cephesi’nden mi diye soruyor başka bir köylü. Hiç tereddütsüz, o bizden biri... O bizim önderimiz... diye cevap veriyor bir Halk Cepheli. “Ona yakışıyorsunuz yavrum” diye cevap veriyor.
Kipriye Durmuş teyze anma yapılırken evin önünde durup gözyaşlarıyla izliyor olan biteni. Yanına yaklaşıyorum. Tanışıyoruz. Duygularını soruyoruz “Çok mutluyum. İyi ki ölmeden sizi gördüm. Hoşgeldiniz köyümüze. Hoşgeldiniz hepiniz. Bakmayın köyümüz de sizi seviyor. Bir tek MHP’liler sevmez belki sizi. Ama diğer hepsi seviyor ama korkuyorlar candarmadan, çok baskı yapıyorlar bize. Ben sizi yolda gördüm çok duygulandım. Ağlayarak size eşlik ettim. Hep sizinle yürüdüm. Onları nasıl götürdüklerini gördüm, üst üste yığdılar yavrum. Hayvanca davrandılar. İçim yandı da bir şey diyemedik yavrum. Bir o gün böyle ağladım, hüznümden, zavallığımdan. Bir de şimdi böyle ağladım sevinçten, şenimden. Hoşgeldiniz hepiniz” diyor yaşları yanaklarına dökülüyor. “O kerpiç evin” önünde sarılıyor bize sımsıkı. Gözyaşları yanaklarımızı ıslatıyor. Bizim insanlarımız diyorum, bir kez daha... Bizim halkımız... İnsanların heyecanları sloganlarından belli oluyor. Evin her karesini çekmeye çalışıyorlar. Kimi penceresine dokunuyor, onlar burdaymış gibi hissediyorum diyor Akdeniz’den gelen bir genç.
İşte o an... O tarihi an... Saygı duruşuna duruyoruz. Yumruklar havada... sımsıkı yumruklar... başlar dimdik... bize bıraktığınız mirası can kan pahasına büyüteceğiz diyen başlar onurla dimdik duruyor önderlerinin huzurunda.
Köyden bir teyze yaklaşıyor yanımıza. 56 yaşında. “Hoşgeldiniz” diyor, onunla sohbet ediyoruz bu kez... “Onlar (Mahirlerden bahsediyor) gitti kızım ecnebiler sardı her yanı. Onlar İngilizleri almışlar esir, bu memleket bizimdir diye. Şimdi biz esir olduk. Onlar gitti ecnebiler geldi.” Bir başka amcaya duygularını soruyoruz. “Teslim olun dediler, Mahirler teslim olmadı. Tamam tamam teslim olmayaydılar ama ölmeyeydiler. Bazen diyorum keşke teslim olaydılar” diyor. Biz de ama teslim olsaydı Mahir Çayan olmazdı, bir önder olamazdı diyoruz. “Orası öyle ama ölmeseydiler keşke. Ölmeseydiler... ölmeseydi” diyerek yanımızdan uzaklaşıyor. Röportajımız böyle eksik kalıyor ama o amcanın o içtenliği, acıyla ölmeseydi deyişi, ses tonu, yüreğimize dokunuyor.
Adı Kızıldere şiiri okundu. Konuşma yapıldı. “Bizi yenilmez kılan onların son anlarında bile yarattıkları gelenekler, değerler ve başeğmezliktir. Onlardan güç aldık. Onlarla yolumuza devam ediyoruz” Sonra Ahmet Kulaksız’a söz verildi. “Dün tarihi bir andı, bugün de tarihi bir an.” Bir iki şey dedi, yutkundu kusura bakmayın çok heyecanlıyım. Konuşamayacağım dedi. Mikrofonu bıraktı, elini evin penceresine koydu...
Grup Yorum... Direniş destanlarını en güzel müziğe dökenler... “Kızıldere, Dev Genç, Bize Ölüm Yok, Haklıyız Kazanacağız” marşlarını söylüyorlar kitleyle hep bir ağızdan... O arada Güler Zere telefonla aradı. Güler Zere şu an sizi dinliyor denildi, telefon açık tutuldu. Güler Zere Onurumuzdur sloganıyla Güler selamlandı.
Anma 15.30’da sona erdi.
Kerpiç Evin sağı tepelik... yemyeşil bir alan... evin bahçesinde 3 ağaç yan yana, kayısı ağacı, erik ağacı filizlenmiş. Çiçek açmaya yüz tutmuş, mevsim bahara durmuş. Kızılbayrak hep dalgalandı evin önünde.
38 yıl sonra yine bir tarih yazıldı Kızıldere’de... 38 yıl sonra aynı gün aynı sloganlar yükseldi “o kerpiç evin” yamacından... Aynı kararlılıkla, aynı cüretle, aynı bilinçle aynı ideallerle aynı sloganlar yükseldi Kızıldere’nin dağlarından tüm yurda... Kızıldere 38 yıldır aynı kızıllıkta akıyor okyanusa. Yatağı belli... Devrim...

Fotoğraflarla Kızıldere Yolculuğu;






























 

8 Nisan 2010 Perşembe

18 Nisan'da Şükrü Saraçoğlu'nda Melekleri Alkışlayalım

Sportif Anlamda Voleybol Bayan Basketbol takımımız hem kulübümüzün hem de ülkemizin şu güne kadar çıkabildiği en yüksek seviyeye çıktı. Ama durumun yalnızca bu olmadığını hepimiz biliyoruz. Esas önemli ve güzel olan, bunu tekrar yapabileceklerini göstermeleriydi. Bu takım seneye de Şampiyonlar Ligi finali oynasa Avrupa'da şaşıracak kimse yoktur, bu kızlar seneye kupayı kaldırsa bu bir süpriz olmaz beklenen bir adımdır sadece. Dolayısıyla Fenerbahçe Acıbadem'in esas başardığı şey finale çıkmak filan değildir, hiç tartışmasız Avrupa'nın en iyi 2 takımından biri olduğunu herkese kabul ettirmesidir. Final bunun süsü, kupaysa bu başarının resmen tescillenmesi anlamına gelecekti, bizlerinse böyle bir noter operasyonuna ihtiyacımız yok. Onlar zaten şahadetlerimizin sahibi.

Şahsen uzun zamandır bir sportif mücadelede bu kadar heyecanlandığımı, bu kadar keyifli ve güzel bir müsabaka izlediğimi hatırlamıyorum. Final Four'un ilk maçındaki müthiş performans bizim Fenerbahçe derken istediğimiz her şeye tekabül ediyordu: pes etmemek, mücadele etmek, başarı için centilmence sonuna kadar savaşmak, karşıdakine hiç bir insanlık dışı hareket yapmadan yetenek ile, zeka ile, güzellikler yaratarak galabe çalmak. Fenerbahçe; bir büyük isyan ruhunun, büyük hedeflere ve daha önce umulmadık başarılara ulaşmanın, toplumsal sembollerinden bir tanesiyse çubuklu forma altında bu ruhun hakkını vererek taşıyanlar şüphesiz Fenerbahçe Acıbadem'de bulunuyorlar.

Onlardan kulübümüz bünyesinde sportif faaliyette bulunan herkesin de öğrenecekleri var. Bu formanın hakkını vermeyi, maç bitmeden yenilgiyi asla kabul etmemeyi, hep hedefi daha büyük tutmayı, Şampiyonlar Ligi finaline çıkıldığı için değil, kupa kazanılmadığı için ağlamayı, hak etmek için çalışmayı, çalışıldığı için hak etmeyi, zarif hareketlerle, ter akıtan bir mücadeleyle maçı çevirmeyi ve diğer bir çok güzel hasleti Final Four serisi kitabe gibi önümüze serdi. Öylesine sevdik ki bu kızları, Fenerbahçelisi, Galatasaraylısı, Beşiktaşlısı ile bu ülkede yaşayan yaşamayan milyonlarca insan bu kızlarda güzel bir şey buldular. İster helal olsunla duygumuzu ifade edelim, ister bravo ile hepimizin kalplerinde onların bir yeri var.

Bu kızlara güzel bir şey yapmak lazım. Bu kızların temsil ettiği değerlere ne derece meftun olduğumuzu göstermenin yoluysa ne maç primleri, ne de Başkan'ın soyunma odasına girip onlarla gurur duyduğunu söylemesi. Kurumsal değil insani, cüzdana değil yüreğe hitap eden ve onların neyin temsilcisi olduğunu onlara bir kez daha beyan eden, bu sebeple içten kutlayan insanlara ihtiyacımız var. Banka hesaplarına değil, yüreklerine unutamayacakları bir hatıra vermemiz gerekiyor.

Beşiktaş maçı bunun için harikulade bir fırsat.

İlk akla gelen sebeplerden değil. Evet 18 Nisan'daki müsabakada futbol takımımızın mücadele etmeye, zerafete, kazanmak için centilmence oynayıp, güzelliklerle hepimizi mest etmesine ihtiyacımız var. Şampiyon olalım olmayalım, şampiyon gibi oynamaya, kazanalım kaybedelim, hep büyük bir takım olduğumuzu göstermeye ihtiyacımız var. Ama bundan değil, en azından yalnız bundan değil.

Bu takımın bir spor kültürü olduğunu göstermeye de ihtiyacımız var. Çubuklunun neleri temsil ettiğini ve neleri temsil etmesinin güzel olduğunu, muteber bulunduğunu, bu kulübe gönlü yanık insanların seneleri, çağları, jenerasyonları aşan bir sosyal hareketin parçasında ne bulduğunu bir kere daha hatırlamasına da ihtiyacımız var.

Bizim istediğimiz, her branşda görmek istediğimiz, her oyunun kendi kuralları içerisinde bulmaktan haz aldığımız, o duyguyu kutlamaya ve bir kere daha Türkiye'ye Fenerbahçe'nin ne olduğunu göstermektir.

Fenerbahçe bir futbol kulübü değildir; bir voleybol kulübü, bir basketbol kulübü de değildir, Fenerbahçe bir spor kulübü dahi değildir, bu ülkenin içinde yetişmiş, seneler içerisinde oluşmuş, kırılmalar yaşamasına rağmen efsaneleriyle ayakta tutmuş bir sosyal harekettir, güzellikler rüyasıdır, fakirlerin, dışarıdan gelenlerin, mazlumların, ezilen halk kitlelerinin, itilmişlerin, gadre uğramışların, kimi zaman özyurdunda parya özyurdunda garip olanların, saraya ancak uzaktan bakanların, çocuklarına güzel hikayeler ve onurlu bir geçmişten başka verecek bir şeyi olmayanların rüyalarının simgesidir. Dar sokaklarda top oynarken hülyamız, babamızın elimizden tutup gösterdiği güzel bir anı, bazen şövalyelik, bazen kahramanlık bazen yalnızca hazzın kendisidir. Bu kızlar bunların hepsini simgeler, hepsini gösterir ve hepsini yaşatır.

O sebeple, 55.000 kişi ile, onları alkışlayalım. Onları kutlayalım. Onların başarısını değil ama simgeledikleri şeyleri şölenleştirelim. Onlara tezahüratlarla seslenip, çiçeklerle karşılayalım, her futbolcunun onların yarısı kadar dahi emek sarfetmeden elde ettiği şeyleri değil, çok daha üstünü verelim. Bir meşale şov değil, büyüklüğün kutlamasını yapalım.

Onlar sahaya girerken ayakta alkışlandığını görmek istiyorum, tek tek isimlerinin okunup bütün stad tarafından söylenmesini, Radetzky March ile karşılanıp tempo tutarak hep beraber onların hak ettikleri gibi ağırlanmalarını. Velhasıl, Vamos Bien olsun, CK olsun eminim çok daha güzel kareografiler bulacaklardır ancak işin ruhu yukarıda söylenen gibi olmalıdır.

Yönetim bize bu fırsatı versin. 18 Nisan'da Melekleri ve onların simgeledikleri her şeyi kutlayalım, sonra hep beraber Beşiktaş maçına dönelim, bir futbol kulübünden fazlası olarak, bir halet-i ruhiye ve bir halk hareketi olarak, bir dünya görüşü ve yaşam kavrayışı olarak, Fenerbahçeli olarak karşılarına çıkalım, ruhlarında duydukları saygı ile o gün bizi izlesinler ama bu vesileyle önce biz bir kere daha hatıllayalım kendimizi. Güzelliklerin peşinde boyun eğmez bir isyan ruhu olarak.

3 Nisan 2010 Cumartesi

“Direnmek Terörizm Değildir”

http://www.dailymotion.com/video/xct...ltras-tr_sport 

 “Direnmek Terörizm Değildir”

Almanya'da Ultras grubundan Anti-Terör yasası 129/a-b'ye karşı protesto...

Düsseldorf Stadyumunda, Düsseldorf`un Kaiserslautern'e karşı oynadığı ve 33 000 bin seyircinin olduğu maçta Ultras grubu "Direnmek Terörizm Değildir, § 129/a-b yasaları iptal edilsin" pankartı açtı. Pankart, Alman Sat 1 televizyonunda da canlı gösterildi.

http://www.dailymotion.com/video/xct...ltras-tr_sport
www.halkinsesi.tv

1 Nisan 2010 Perşembe

LENİN’DEN MEKTUBUNUZ VAR!

 Birgün Gazetesi'nde yayınlanan bir röportajı aktarıyorum...
LENİN’DEN MEKTUBUNUZ VAR!
14 Mart 2010
 
Hasan Gürelliler, pullarda Lenin’i ve sosyalizmi arayan biri. Yıllardır başta Lenin olmak üzere dünya sosyalist tarihinin liderlerinin pullarını, zarflarını ve onlar adına basılmış paraları topluyor.
Lenin ile başlamış koleksiyonuna ancak Frida Kahlo ve Nazım Hikmet’i araken bulmuş kendini. Potemkin Zırhlısı’ndan Paris Komünü’ne; Sovyet coğrafyasından, Afrika’ya kadar uzanmış yolu. hatta daha önce adını duymadığı ülkeler olduğunu bile öğrenmiş. Birçok ülkenin, krallıkla yönetilen, despot liderlere sahip ülkelerin ve hatta Birleşik Devletler’in bile sosyalizm temalı pullar çıkardığını keşfetmiş; Türkiye hariç. “Bırakın Lenin’i, bir Nazım Hikmet pulumuz bile yok” derken bu durumdan utandığını itiraf ediyor.
Sosyalizmin ve sosyalist liderlerin onurlandırıldığı neredeyse bütün pulları koleksiyonunda toplayan Hasan Gürelliler’in şimdiki hedefi ise, ‘Pullarla Sosyalizm’ adında bir kitap hazırlamak...

»Koleksiyon yapma fikri nasıl gelişti?
Yıllardır yapıyordum bu koleksiyonu ben. İnsanlar çiçek toplar, tren toplar koleksiyoner olmak için. Ben de düşündüm ne toplayayım. Dedim ki siyasi düşünceme de uygun olsun, hem işe yarasın hem de orijinal birşey olsun, Lenin toplayayım dedim.

»Ne zaman?
6 yıl önce kadar. Önce Lenin pulları toplamaya başladım. Türkiye’de de bulmamıza olanak yok bu pulları. İnternetten araştırmaya başladım, satış sitelerine baktım, e-bay’den buldum. ‘Lenin ile ilgili pulları nerede bulurum’ diye filatelistlere sordum, alan araştırmasına girdim önce ve Lenin pullarından başladım işe. Nereden çıkmış diye merak edip, bir de onun tarihini araştırdım. İlk 1924’te Lenin öldüğü zaman basılmış Lenin pulları. İlk 1924 senesinden ve o zamanın Sovyet pullarından başlattım koleksiyonumu.
Sonra baktım ki Sovyetler Birliği’nin haricinde bir sürü sosyalist ülke pul çıkarmış, sonra bu ülkelerin pullarına devam ettim. O arada gördüm ki, tüm dünya ülkeleri -bizim ülkemiz hariç, Fransa ve birkaç tane Avrupa ülkesi hariç- Lenin pulları basmış. Afrika’nın hemen hemen tüm ülkeleri basmış; Çin basmış, Vietnam basmış. Bu araştırma sırasında ismini daha önce duymadığım orijinal ülkeler bile çıktı karşıma. Bu ülkelerin hepsi belli dönemlerde Lenin pulları basmışlar. En çok Hindistan basmış mesela. Çok çeşitli sebeplerle belli dönemerde basmışlar. Mesela devrimin yıldönümü diye basmışlar, ölüm ve doğum yıldönümünlerinde anmak için basmışlar.

»Ne tarz pullar aradınız, hangi döneme ait pulları topladınız?
Lenin pullarını toplamayı tarihsel çizgiyi izleyerek 1924 senesinden 1991 senesine getirdim. Zaten 1991’de Sovyetler’de rejimin yıkılması ile son Lenin pulu basılmış. Mesela burada ilginç birşey buldum. Sovyetler Birliği dağılmadan önce Ekim Devrimi nedeniyle bir pul daha basılmış. Ama pul ‘draft’ halde duruyor; ‘devrim bitti’ diyerek tedavüle vermeye zamanları olmamış.
Sonra yurtdışında aramaya başladım. Sovyet sınırları dışında da basılan pulları toplamaya koyuldum. Bu arada aklıma geldi, o kadar topluyorum, birşeyi yapıyorsam bunları kitaplaştırma çalışmasına gireyim. Şimdi de bunun hazırlığına başladım işte, bir senedir kitapla uğraşıyorum.
Amacım ‘Pullarla Sosyalizm’ adı altında bir kitap hazırlamak. Bunun için başka materyaller de lazım tabii ki. Bu konuya da nerden başlanır; Marx’tan. Bu sefer döndüm Marx pulları aramaya ve toplamaya başladım. Tabii Friedrich Engels’e geçtik, oradan Paris Komünü pulları aradım. Bazı ülkeler bu komün anısına çıkarmışlar işte.
‘İŞİN TOPLAYICILIĞI BİTMİYOR’
»Koleksiyonculuk daha sonra Lenin’i aşıp, sosyalizmi anlatan herşeyi toplamaya dönüşmüş galiba...
Marx, Engels, Sovyet Devrimi, Lenin pullarının birçoğunu topladım. Ancak sonra bir düşündüm, Sovyetler dışında devrim olan birçok sosyalist ülke ve coğrafya var. Afrika’ya döndüm, seçimle gelen ilk devlet başkanı Patrice Lumumba pullarını toplamaya başladım. Sonunda kendimi tüm sosyalist liderlerin pulları, zarfları ile sosyalist edebiyatçılar ve düşünürlerin pullarını ararken buldum. Mesela Frida Kahlo’nun pulunu buldum; onlar da var koleksiyonumda.
Mesela dünyada sadece üç tane basılmış, üçü de Küba tarafından, Che resimli paralarım var. Üç çeşit ve sadece üç posta... Bunları buldum. Sonra Tito’ya geçtim. Mao’yu resmeden pul ve paralar topladım. Kuzey Kore’ye dair birşeyler toplayayım dedim. Simon Bolivar’ın pulu var, ancak parası yok bende. Bunların dışında zaten, üstünde kendi devlet adamının resmi bulunan parası olan başka bir sosyalist ülke yok.
Hâlâ da topluyorum işte, bitmiyor bu işin toplayıcılığı! Becerebilirsem eğer, tüm bunları kitaplaştıracağım.

»Baskı yapan ülkeye göre pullarda herhangi bir farklılık var mı?
Evet. Pullarda her ülke Lenin’i kendine benzetmiş. Çinliler ve Vietnamlılar çekik gözlü yapmış. Mesela Mozambik puluna baktığınızda Lenin’i siyahi olarak görürsünüz. Afrika ülkelerinin pulları genelde hep birbirine benziyor, ancak Mozambik gerçekten çok orijinal. Sadece Lenin de değil. Marx, Lenin ve Engels’in yanyana durdukları o meşhur ilüstrasyonun Mozambik versiyonunda hepsi siyahi ve kalın dudaklı resmedilmiş. Tam kendilerine benzetmişler.

»Aradığınız pulları hangi ülkelerden bulabiliyorsunuz?
Çok değişik ülkelerden bulabiliyorsunuz. mesela 1970’de bütün ülkeler Lenin’in doğumunun 100. yılı onuruna Lenin pulları çıkarmış.
1999’da milenyum nedeniyle, ‘milenyum liderleri’ diye pullar çıkmaya başlamış. Belçike Lenin pulu basmış, İrlanda öyle, Madagaskar’dan Finlandiya’ya kadar birçok ülke bu yılı pul çıkararak onurlandırmış. Sosyalizle alakası ve geçmişi olmayan ülkeler bile çıkarmış. Tabii hemen hemen hepsinde Lenin oldukça değişik resmedilmiş. Beğenmediğimiz birleşik Devletler bile, Lenin’in doğum yıldönümünde Lenin pulu çıkarmış. Üstelik Andy Warhol’un bir çalışması.

»Pullarınızı sergileyen sergiler de açmışsınız.
3 yıl önce kadar büroma birkaç genç gelmişti. Duvardaki Lenin resimlerini falan görünce merak ettiler, sohbet etmeye başladık. Çocuklar Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde çalışıyorlarmış meğer. “Sergi açmayı düşünür müsünüz?” dediler. İyi fikir olduğunu düşündüm ve ilk sergiyi Kadıköy’deki Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde açtım. Orada bir ay kadar açık kaldı. Ertesi sene yine, bu kez Maltepe’deki şubelerinde açtık.

»Ulaşamadığnız, çok aradığınız bir pul oldu mu?
Mesela tam bir sene Potemkin Zırhlısı’nı aradım. Her yerde aradım, bu da koleksiyonda yer almalı diye. Onu da buldum sonunda.

»Koleksiyonunuzdaki pullar çok farklı yollarla elinize geçmiştir kesin. Ancak size ulaşması yada sizin ona ulaşmanız bakımından ilginç bir hikâyesi olan var mı?
Bir tane var mesela, üzerinde Lenin ve Stalin’in resimleri olan bir pulu taşıyan bir mektup. Bulgaristan’dan yollanmış ama gönderildiği ülkü Türkiye. Tam da baskıcı yasakların hüküm sürdüğü bir dönemde. İstanbul’da yaşayan bir Rum’un adresi var üzerinde. Adam orada hamalbaşı imiş, sonradan öğrendim. Kazara Türkiye’de benim elime geçti bu mektup.
1956 tarihli bir mektup. Komünizm nasıl da ‘zararlı’ o günlerde, yine! Düşünün postacı üzerindekini anlasa, herhalde zarfı yırtıp atardı. “Sen komünizm propagandası yapıyorsun, zararlı neşriyat sokuyorsun yurda ve taşıyorsun” diye adamı içeri atarlardı belki de. Bir de hem Lenin, hem Stalin, tam zararlı neşriyat!
Bir de Vietnam esir kampından yazılmış bir zarfın üzerinde bulduğum bir Vietnam pulu var. Lenin pulu var diye aldım ama içinden mektubu da çıktı. Kim bilir kim tarafından yazıldı, kime gönderilecekti?

»Bir koleksiyoner olarak, Nazım Hikmet’in pulunu kendi ülkenizde değil de farklı topraklarda aramak zorunda kalmak size ne hissettirdi?
Çok üzüldüm, ancak belki de üzüntüden de fazla utandım! Hem tek aldım, hem blok aldım bulunca. Nazım hikmet’in dünyada çıkarılmış tek bir pulu var. Sovyetler Birliği basmış. Tek bir ülke çıkarmış, başka hiçbir ülkede yok. Zaten ne yazık ki, bizim öyle bir niyetimiz de hiç olmamış. Onlarsa hem pul hem de ilk gün zarfı çıkarmışlar.

»Sizin gibi bu şekilde ve bu temada pul toplayan başka biri daha var mı bildiğiniz yada temas kurabildiğiniz?
İnternetten sürekli görüştüğüm insanlar var. Ellerinde Lenin ile ilgili bu tarz materyal olan çok kişi var. Özellikle e-bay gibi siteler üzerinden bunları satışa sunuyorlar. Mesela, Birleşik Devletler’de çok var, Ermenistan’da, Sovyetler Birliği’nin eski cumhuriyetlerinde, Litvanya’da var. Ama bunlar genelde bu işin satıcılık yönüylü ilgilenen ve profesyonel olarak satışını yapan insanlar. Daha karşıma “Ben bunun koleksiyonunu yapıyorum” diyen insan hiç çıkmadı.

»Dünya çapında teksiniz o halde.
Bilmiyorum tam olarak ama hoşuma da gidiyor bu durum.

»Her geçen yıl sizin yaptığınız tarzda bir koleksiyonun daha da nadirleşeceğini ve unutulacağını düşünüyor musunuz?
Kesinlikle. Hatta koleksiyonunu yapmak bir yana, bu pulları basan birileri kalmayacağını da düşünüyorum.

»İnsanlar sizin bu koleksiyonunuzdan esinlenip, “ben de bu işe gireyim” derse, ne yapmalarını tavsiye edersiniz? Nereden başlamak gerekir?
Sosyalizm temalı başlayacaksa eğer bir kere, önce Marx’tan başlaması gerekir. Kapital ile ilgili pullar toplaması gerekir. Oradan Lenin ve Engels’e geçecek, Benim yaptığım gibi, belki benden daha iyilerini bulacak.

»Türkiye’den bulabilirler mi?
Buradan bulmalarına olanak yok! Bazı ünlü Türk orijinli açık artırma sitelerinde ise, çıkarmışlar Lenin pulu diye üç-beş tane şey, ancak belli bile değil orijinal olup olmadıkları. Zaten bunlar koleksiyon yapmaya yetecet nitelikte şeyler de değil. Lenin ile ilgili pul siteleri var, onları bulmaları gerekir. Daha başka yurtdışında pul satan siteler var, oralardan araştırabilirler. Ama Türkiye içinde bulmalarına olanak yok. Zaten Türkiye’de pul tüccarı diyebileceğimiz iki yada üç tane insan var. Bu insanlar da kelimenin tam anlamıyla tüccarlar, yani işleri sadece alışveriş ve internetten alıp üzerine para koyup anormal rakamlarla bu işleri yapıyorlar.

»Pullara ulaşmak bu kadar zahmetli ise, insan bu işin maddi yönünü düşünmeden edemiyor.
Bu iş gerçekten çok masraflı bir iş. Bir de işin içine kargo masrafları da giriyor. Örneğin ben Nazım Hikmet pulları için 30 dolardan fazla para ödedim. Ama ben bu işe hobi olarak zaman doldurmaktan ziyade düşünce yapıma uyduğu için başladım. Ucuz bir şey değil gerçekten ama bir yandan dünyalara değer.

»Bunların dışında topladığınız ve biriktirdiğiniz bir şey var mı?
2009’un Ocak ayına kadar cumhuriyet sonrası basılan Türk kağıt paralarını topluyordum. 1927’de Mustafa Kemal’li ilk paradan günümüze kadar gelen bir koleksiyon... Fakat ekonomik kriz bana çocuğum kadar sevdiğim bu koleksiyonumu sattırdı. parça parça sattım, evladımdan ayrılmış gibi oldum, hatta çocuklarım bu yüzden küstüler bana, konuşmadılar bir süre... Ama eve ekmek götürmek ve işimi ayakta tutmak için yapmak zorundaydım.


Burnumuzun
dibinde komünist bir ülke!
Lenİn ve sosyalizm temaları pulların peşindeyken adını bile duymadığı birçok ülkenin tam da aradığı gibi pullar bastığını keşfeden ve dolayısıyla bu ülkeleri de tanıyan hasan Gürelliler soruyor bu kez, “Transnistria diye bir ülke biliyor musun?” diye. Ve, “Şu anda dünyada hiç bir ülkenin tanımadığı, komünizmle yönetilen tek ülkedir burası” diyerek sözlerine devam ediyor. 1994 yılında kurulduğunu belirttiği Transnistria için, “Romanya ile Moldova sınırında, Dinyester ırmağının doğu kıyısında kurulmuş de facto bir cumhuriyet. Başkenti Tiraspol. Rusya’dan gayrıresmi destek almakla beraber tamamen komünizmle yönetiliyor. Nüfusu çoğunlukla Ukrayna ve Rus asıllıdır. Bayrakları var, tüm sokaklarda ve meydanlarında Lenin heykelleri ayakta duruyor. Ve, Sovyet para birimi ne ise şu anda hâlâ onu kullanıyorlar. Tek farkla, rublelerin üzerine kendi pullarını yapıştırmışlar; onun dışında herşey noktasına kadar aynı. Yani hâlâ Sovyet paraları tedavülde ve dahası dolaşımda, insanlar onlarla alışveriş yapıyor burnumuzun dibinde!” diyor.


SEMİN SEZERER

Hasan Gürelliler’e, hasan.gurelliler@hotmail.com adresinden ulaşabilirsiniz.

29 Mart 2010 Pazartesi

Adı KIZILDERE


Adı KIZILDERE

ON'lar Adalıydılar
Yarınların insanı
Halkın isyanıydılar
Aşılmaz dağlar vardı
aştılar
Geçilmez yollar vardı
geçtiler

Umut tohumlarıyla
donatıp vatanı
şehirlerden kırlara
katederken bu yolu
Kızıldere'de birleştiler

ON'lar Adalıydılar
Devrim için kavganın
Yoldaş için fedanın
Vatan için sevdanın
Cevahir'i, Ulaş'ı, Mahir'iydiler...

ON'lardan doğdu Kızıldere
Manifesto olup
yüreklerde
ışık olup gözlerde
çoğalıp çoğalıp aktı
tarihe...
İçimizde bir ateş,
yolumuzda sönmeyen meşale
adı Kızıldere
Bilincimizde batmayan
bir güneş
adı Kızıldere
hiç batmayan adamız,
adı Kızıldere

ON'lara sözümüz
Onurumuz, yolumuz
Adı Kızıldere

Bu tarihi onlara borçluyuz

Bu tarihi onlara borçluyuz

Bu onurlu ve başeğmez tarihi, esas olarak şehitlerimize borçluyuz. Bu tarihi kanla yazan asıl olarak onlardır.

Bizi yenilmez kılan onların son anlarında bile yarattıkları gelenekler, değerler ve başeğmezliktir. Onlardan güç aldık, onlarla yolumuza devam ettik. Onlarla çoğaldık. En zor anlarımızda onlar bize yol gösterdi. Onların ideallerini yerine getirmekte tereddüt etmeyecek, onların düşlerini gerçekleştireceğiz.

30 Mart 1972'de Tokat'ın Niksar İlçesi'ne bağlı Kızıldere köyü'nde kerpiç evin içinden marşlar yükseliyordu. Kuşatıldıkları kerpiç ev'den "teslim olun!" çağrılarına, ellerinde silahları, dillerinde savaş sloganları ve marşlarla cevap veriyorlardı.

Türkiye Devrimci Hareketinin Önderi Mahir Çayan, "biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik!" diyordu katiller sürüsüne... Ve öldüler.

ON'lar; THKP-C Önder ve savaşçıları; Mahir ÇAYAN, Sinan Kazım ÖZÜDOĞRU, Hüdai ARIKAN, Ertan SARUHAN, Saffet ALP, Sabahattin KURT, Nihat YILMAZ, Ahmet ATASOY ve THKO üyeleri Cihan ALPTEKİN, Ömer AYNA... Kurtuluşa kadar savaş şiarını, devrim yoluna kanlarıyla yazdılar!

KIZILDERE'de devrimin Manifestosu'nu ilan ederken, son nefeslerine kadar düşüncelerine bağlı kaldılar.

ON'lar; KIZILDERE'de asıl olarak bizlere kurtuluşun yolunu gösterdiler. Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin nasıl sürdürülmesi gerektiği konusundarehberimiz oldular.

ON'lar; halka ve devrime bağlılığı, hiçbir kuşatmanın yok edemiyeceğini, kuşatma altında, devrimin nasıl savunulması gerektiğinin en güzel örneğini yarattılar.

"Ve ONLAR;
liderdirler, liderler devrim savaşında
masa başında oturmazlar,
Bu savaşta en ön safta savaşırlar..."

ON'lar; halklarımızın kurtuluş savaşında, silah elde en ön safta savaştılar. Kuşatmalar yardılar, vurdular, vuruldular!

ON'lar; halktı, halkın öncüleriydiler. Ülkenin dört bir yanından geldiler. Samsun'dan, Fatsa'dan, Diyarbakır'dan... Van'dan, Sivas'tan, Denizli'den, Rize'den...

ON'lar; üniversitelerden, Fındık ve tütün tarlalarından, maden ocaklarından, fabrikalardan geldiler.

ON'lar; ateş ve ihanet içinden geçerek geldiler. En zor koşullarda kavganın önderi, militanı, savaşçıları oldular.

ON'lar; Amerikan emperyalizmine karşı süren savaşın öncüsü oldular. Bağımsızlık uğruna kanlarını dökmekten geri durmadılar.

ON'lar; Anadolu ihtilalinin yolunu çizdiler. Anadolu ihtilalini büyük bir cüret ve inançla sürdürdüler. KIZILDERE Anadolu ihtilalinin yenilmezliğini dosta da düşmana da gösterdi.

KIZILDERE o yanıyla bir son değil, Anadolu ihtilalinin başlangıcıdır.

KIZILDERE kurtuluşun yoludur!

Kızıldere yolu Zaferin Yoludur!

38 yıldır ON'ların öğretileriyle savaşıyoruz. ON'lardan öğrendiklerimizle kurtuluş kavgasını bugünlere taşıdık.

Haklı bir savaşın yenilemeyeceğini, haklı bir savaşın durulamayacağını onlar öğrettiler bizlere.

Kanla yazılan bu onurlu tarihin asıl yazıcıları ON'lar oldular. Kuşatma altında, havan ve top atışları altında, tereddütsüzce direnirken, ideallerini kanlarıyla savundular.

ON'lar, kolay ve yakın devrim hayallerinin değil, devrim davasının uzun soluklu kurmayları oldular. Devrimin, engebeli, dolambaçlı yollardan geçerek ilerleyeceğini, kurtuluş kavgasının düz bir hat izlemeyeceğini gösterdiler.

ON'lar Kurtuluşa Kadar Savaştılar!

"Düşenler devrim için,
Devrim yolunda vuruşarak düştüler...
Kalbimize, ruhumuza ve bilincimize
gömüldüler...
Onlar;
Kurtuluşa Kadar Savaş şiarını, devrim
yoluna kanlarıyla yazdılar...
Yolumuz;
Devrim Yolunda düşenlerin yoludur..."

ON'lar;

Türkiye Devrimci hareketinin önderi Mahir ÇAYAN, teorik düşünceleri, yazıları ve kurmaylığıyla bu savaşa önderlik etti. THKP-C'nin önderi, kurucusu ve Merkez Komitesi üyesidir.

Devrimci savaşın kurmaylığını yaparak, savaşı büyüttü. Önderliğiyle Türkiye devrimcilerine yol göstermeye devam ediyor.

Sinan Kazım ÖZÜDOĞRU, Parti-Cephe'nin önder kadrolarındandır. THKP-C Genel Komite üyesidir. Ekim 1970 yılındaki Dev-Genç Kurultayı'nda Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu Genel Sekreterliğine getirildi.

Hüdai ARIKAN, Ankara'da devrimci gençlik mücadelesinin her aşamasında emeği olan bir devrimcidir. Parti'nin kuruluş sürecinde emeği geçen devrimcilerden biridir. THKP-C Genel Komite üyesidir.

Sebahattin KURT, Ankara'da Dev-Genç'in mücadelesi içinde savaşçı yanları ile öne çıkan bir devrimcidir. Mücadelenin zor zamanlarının emekçilerinden biridir.

Nihat YILMAZ, Karadeniz bölgesinde faaliyet yürüten Parti-Cepheliler'dendir. Tütün mitinglerinden, fındık üreticilerinin örgütlenmesine kadar heryerde onun emeği vardır.

Ahmet ATASOY, Karadeniz bölgesinde ki mücadelede örgütlenerek, Parti-Cephe'nin mücadelesine katılmıştır.

Ertan SARUHAN, Karadeniz'deki yerel önderlerdendir. Hemen tüm faaliyetlerin içindedir. Kavganın emekçisi olarak, mücadeleye çok şey katan olmuştur.

Saffet ALP, Parti-Cephe'nin ordu kesimindeki ilişkilerini yürütmüştür.

Cihan ALPTEKİN, THKO'nun yöneticilerindendir. Filistin'e gitmiş, kararını silahlı mücadelenin sürdürülmesinden yana vermiştir.

Ömer AYNA, THKO üyesidir. Silahlı mücadeleyi savunmuş, Mahir ÇAYAN'larla birlikte KIZILDERE'de ölümsüzleşmiştir.

KIZILDERE Manifestosu'nun 38. yılında Türkiye devrimci hareketinin önder ve savaşçılarını bıraktıkları o büyük mirasla anıyoruz.

Onlara çok şey borçlu olduğumuzu biliyoruz elbette. Türkiye devrimci hareketinin 40 yıllık onurlu tarihinin yaratıcısının onlar olduğunu unutmadık.

KIZILDERE SON DEĞİL SAVAŞ SÜRÜYOR!..

***

27 Mart 2010 Cumartesi

"29 Senelik Fenerbahçeliyim.. Üstü Kalsın..!"

"29 Senelik Fenerbahçeliyim.. Üstü Kalsın..!"
Hüseyin Çakıroğlu

"Sen tek başına değilsin"

"Ben ağabeyime doyamadım..." Bu sözler Haluk Çakıroğlu'na ait. 1957'de başlayan yaşantısı hiç beklenmedik bir şekilde 1986'da sonlanan, Davutpaşa'da başladığı futbol yaşamını Karabükspor ve Gaziantepspor'da devam ettiren, 1984 yılında geldiği hayallerinin takımı Fenerbahçe'ye doyamadan aramızdan ayrılan güleryüzlü bir tevazu simgesi Fenerbahçeli Hüseyin Çakıroğlu'nun kardeşine. Sahadaki başarısı, efendiliği ve samimiyetini gittiği her yere taşıyan bir İstanbul çocuğuydu Hüseyin.

Sahalarda teşhisi koyup, tedaviyi yaptığı için "Doktor"unvanını kazanmıştı. Tedavisine kendi gücünün yetemediği hastalığı neticesinde aramızdan zamansız ayrıldı.

Yazan: Cem Zamur


Bu Bu sene yüzüncü yılını kutlayan Fenerbahçe hedeflediği şampiyonluğa ulaştı. Futbol cangılımıza hâkim olan kavga, dövüş, desise gibi etkenlerden sonra bu şampiyonluğu sokaklarda çılgınlar gibi kutlamanın bir kıymet-i harbiyesi kaldı mı ondan pek emin değilim. Hoş, her tepkinin veya sevincin toplumsal histeriye evrildiği bir dönemde yaşıyoruz. Burada özne Fenerbahçe değil de diğer şampiyonluk oligarklarından biri olsa, bu görüşüm farklı olmayacaktı. Ama madem Fenerbahçe olarak girdik söze ve yüzüncü yılında arzuladığı şampiyonluğa ulaşan takım o, onun üzerinden devam edelim. Evet Fenerbahçe bu topraklarda spor tarihine dair edilen her sözün ya da her yazının içinde geçen, taraftar kitlesiyle, sempatizanı veya karşıtlarıyla bu toprakların en önemli spor kulüplerinden biri. Papazın çayırından bugüne ulaşan bir spor ve futbol fenomeni. Her dediği olay, her dedikodusu haber değeri taşıyan, yeni tabirle de "çok satan bir marka" Fenerbahçe. Taraftarlık ise derinlemesine incelenmesi gereken bir kavram. Her şeyden öte bir tutku. Bir takıma tutkuyla bağlanmak çoğu kez iradeden bağımsız olarak gelişir.

Bilgiye, ölçüp biçmeye bağlı bir şey değildir bu. Herkes kendini birtakım renklere kapılmış olarak buluverir. Ve kimse de nasıl olup da o takımı tutmaya başladığını hatırlamaz. Kiminin dayısı sebep olur, kiminin babası, kiminin arkadaşı veya gördüğü anda gönlünü çelen bir futbolcu. Taraf olmak kan bağını, andırır bir şekliyle. Akrabalarınızı seçebilme şansınız yoktur ya, öyle bir şey. İyi ya da kötü onunla bir kan bağınız vardır ve bunu inkâr edemezsiniz. Siz "...lısınızdır" artık.

Özellikle bizim gibi cemaat kültürünün izlerini derinden taşıyan toplumlarda bu, yan anlamlar da içermektedir. Sırf tuttuğunuz takım nedeniyle size sempati veya antipati duyan insanlar oluşur etrafınızda. Bu artık sizin denetiminizde değildir. Lakin sempati duyduğunuz kulübün sizi rahatsız eden birtakım işlere imza atmasını da kayıtsız bir şekilde izleyeceksiniz demek değildir bu. Hamasi söylemler, muktedirlerin en sevdiği dil oyunlarından biridir. Büyük bir çoğunluğun, rakipleri aynı davranışı sergilese kıyasıya eleştireceği davranışları, gönül verdiği renkler söz konusu olunca bir anda gözleri görmez olur. Oysa sizin yavaş yavaş gönlünüzden kaymaya başlar o renkler. Ne yazık ki yerine başka bir renk de koyamazsınız artık, iş işten geçmiştir. Elbette istisnaları da vardır bu durumun ve bunlardan birini sevgili Tanıl Bora'nın kaleme aldığı "Nasıl Gençlerli oldum?" yazısında okumak mümkündür. (Takımdan Ayrı Düz Koşu, İletişim Yayınları, 2001)

Onun eşkali

Benim Fenerbahçe'yle ilişkim nicedir yukarıda bahsettiğim şekilde. Tekrar etmekte fayda var, büyük diye adlandırdığımız tüm takımlar aynı karaktere sahip, "kim daha çok bağırırsa o daha haklı olur" düsturundan devam ediyoruz. Oysa Fenerbahçe'yi oluşturan herkesi ve her şeyi karşısına alan, bir üst perdeden konuşturan dil değil, tam tersine bir şeylerde öncü ve yapıcı bir yanı olmasıdır. Benim için bambaşka bir şeydir Fenerbahçe. Bir çığırtkanlık üssü değil, tevazu kalesi olmasını yeğlerdim. Ve yüzüncü yılında bu özelliği ile anılmasını.

Benim için Fenerbahçe, Lefter ağabeyin sarı-lacivert dendiğinde gözlerinin ışımasıdır. Aynı Lefter ağabeyin, Metin Oktay dendiğinde gözlerinin dolmasıdır mesela Fenerbahçelilik. Çünkü esasen onlar yazmıştır bu kulübün tarihini. Benim için Hüseyin Çakıroğlu'dur Fenerbahçe. Güleç gözlerindeki sarı-lacivert ışıltıdır onun, bizi taraf olmaya iten nedenlerden biri. Canınızı sıkan her Fenerbahçe hadisesinden sonra ferahlamak, nefes almak için üstüne Murat Ünlü'nün radyo anlatımı bindirilmiş Bordeaux'ya attığı o eşsiz golü izlemek yeterlidir. O sahici gol sevinci, o günlere özgü o naiflik bir süre daha hayatta kalmanızı sağlar. Ağlak bir nostalji olarak değil, bunların da mümkün olabildiğini hatırlattığı için. Anlatacağımız hikâye ona ait, Fenerbahçeli, İstanbullu bir çocuğa. Çakıroğlu ailesinin üç çocuğunun ortancasıdır Hüseyin. 1957 yılında İstanbul'da dünyaya gelmiştir.

Ağabeyinin futbola olan ilgisi, onu da etkiler Topla haşır neşir olmaya başlar başlamaz futbola olan yeteneği ortaya çıkar. Genetik bir yatkınlık söz konusu olmalı ki, üç kardeş de profesyonel sözleşmelere imza atarlar sonradan. Aksaray'da ikamet eden Çakıroğlu ailesinin ortanca oğlu, 1972 yılında ağabeyi gibi sırtına Davutpaşa formasını geçirir. Gönlünde ve düşlerinde sarı-lacivertli formayı arzulayan bir futbolcu adayı olarak. Davutpaşa forması altında hemen dikkat çekmeye başlar Hüseyin. Yeteneği ile peşine ona hayranlık duyan kulüpleri takmaya başlar. Bunlardan ilki Galatasaray'dır. Oynadığı başarılı futbolla İstanbul Bölge Karması'na seçilen Hüseyin Çakıroğlu, bir anda dikkatleri üzerine toplamayı başarmıştır. Fakat sürüncemede kalan teklifler Hüseyin'i tatmin etmeye yetmez. O futbolcu olmak için zoru seçecek ve Karabük'e "evet" diyecektir. Direnişini bir anlamda Anadolu'dan başlatır.

Direniş günleri şiirleri

Karabük'te artık futbolcu olma zamanının geldiğini kanıtlayan maçlar çıkarmaya başlar Hüseyin. Futbol görgüsünün üzerine her gün yeni şeyler koyarak yoluna devam eder. 1976 yılında formasını giymeye başladığı Karabük'te orta sahada gösterdiği başarılı performansı, özellikle o dönem atılım hazırlığındaki bazı Anadolu kulüplerinin dikkatini çeker. Tabii sadece orta sahada değil, sahanın her yerindeki varlığıyla. Bu da onu oynadığı her yerde görünür kılar her daim. Üç sezon taşır Karabük formasını, ardından teklifler sıralanmaya başlar. Hüseyin takım arkadaşı Ahmet'le birlikte Yılmaz Gökdel yönetiminde 1. Lig'e yeni katılan Gaziantepspor'da karar kılar. Kırmızı-siyahlılarla mütevazı bir rakama anlaşır. Gaziantepspor rakamların yeni yeni bol sıfırlı olarak telaffuz edilmeye başladığı o senelerde, doğru bir hamleyle genç ve gelecek vaat eden futbolcuları bünyesinde toplar. Takımın hedefi ilk sezonunda tutunabilmektir ve bunu da zar zor başarır. Ligi Göztepe'nin 1 puan önünde ve 13. sırada tamamlayarak düşmekten kurtulur. Tutunma modundan çıkış moduna geçişi ise çok hızlı olur Gaziantepspor'un. Bunda en büyük paylardan biri o dönem K. Hüseyin adıyla anılan Hüseyin Çakıroğlu'nundur. Yaşar, Nurettin, Fatih, Ünsal, Necmettin, Sami, Tuğrul, Erdal, Turgut, Ömer, Hayri, Ahmet, Murat ve Hüseyin Çakıroğlu'ndan kurulu kadro, şampiyon Trabzonspor'un 6 puan gerisinde ligi 4. sırada tamamlar. Üstelik Rausch gibi önemli bir isimi takımın başına getirip averajla kümede kalmayı başaran Fenerbahçe'yi Antep'te 3-1, İstanbul'da ise 1-0 mağlup eder. Genç Antep kadrosu bir anda ligi domine eden takımların cazibe merkezi haline dönüşür. Öncelik yıldız adaylarına hemen kancayı atan Fenerbahçe'dedir. Gaziantepspor o sene kalecilerinden başlayarak neredeyse talan edilir. Nitekim bu talanın ardından bir sonraki sezon yine 13. olarak ligden düşmekten güç bela kurtulurlar. Aradan geçen süreçte takımın en önemli dişlilerinden biri haline gelmiştir Hüseyin Çakıroğlu. Orta sahada oynamasına rağmen inanılmaz bir gol yüzdesine sahiptir. O sezon Selçuk Yula son lig maçında Kocaelispor'a dört gol atıp gol kralı olmasa, belki de Hüseyin bir ilki başarıp orta sahada oynayan bir oyuncu olarak gol kralı tacını takacaktır. Oynadığı futbolla çağının ötesinde bir görüntü çizen Hüseyin, Milli Takım'a da o dönemde seçilmeye başlar. İlk milli maçına 14 Şubat 1982'de çıkar. Türkiye-Sovyetler Birliği arasında Adana'da oynanan ve 2-0 kaybedilen Ümit Milli maçı ilk milli müsabakası olur.

Ülkemin şiir atlası

1982-1983 senesi ise Gaziantepspor için çok zorlu geçer. Tüm çabalarına rağmen lige tutunamaz ve 2. Lig'e düşer. Bu düşüşten yaklaşık bir sene önce Fenerbahçe'den Hüseyin'e gelen teklifler giderek artar. Yerel basında bile düşüldüğü takdirde Hüseyin'in transferine izin verileceği haberleri çıkar. Hüseyin bunun üzerine Fenerbahçe'yle görüşmekte bir beis görmez.

Artık düşlerinde yaşattığı takımda oynayabilecektir. Fakat hiçbir şey onun samimiyetine paralel olarak ilerlemez. Burada bir parantez de kardeşi Haluk Çakıroğlu'na açmak istiyorum. Sağolsun, kendisine böyle bir yazı yazma niyetimiz olduğunu söylediğimizden itibaren elindeki tüm belgeyi ve bilgiyi önümüze döktü. Yetmedi, çat kapı gittiğimiz işyerinde vakit ayırıp bizi misafir etti ve tüm bildiklerini, yaşadıklarını bizimle paylaştı. Böyle bir yazı ortaya çıktıysa en önemli pay onun, o yüzden ona bir teşekkür boynumuzun borcu. Ve daha da ilginci ağabeyinden kalan bir samimiyetle karşıladı bizi, bir anlamda yıllar sonra Hüseyin Çakıroğlu'nu görmüş gibi hissettik kendimizi. O günlere dair onun tespiti yürek dağlayan cinsten: "Gaziantepspor, 2. Lig'e düşmesine rağmen Fenerbahçe'yle anlaşan ağabeyime izin vermedi. Oysa Fenerbahçe'yle anlaştığı için öylesine rahatlamıştı ve mutluydu ki. Ama Gaziantepspor bırakmayınca yıkıldı. Morali tam anlamıyla dibe vurdu. Vali, Belediye Başkanı, Kulüp Başkanı, Hüseyin'in gitmesini istemedi. Asker olduğu için tugay komutanıyla da konuşup gitmemesini istemişler. Hatta gitmesin diye bonservis bedelinin bir kısmını son dakikada zar zor para bulup federasyona yatırmışlar. Hayatındaki en büyük hayal kırıklığını yaşadı o sene. Bir yıl asker olarak orada kaldı. Ondan sonraki sene gelebildi, ancak belki bir sene önce gelseydi onun için her şey daha iyi olacaktı." O sezon hem asker hem de futbolcu olarak Antep'te kalır Hüseyin. Bir sonraki sezon giyebilecektir ancak sarı- lacivertli formayı. Aktaracağım can sıkıcı detayla, durumun tuhaflığı daha kolay anlaşılacaktır. Hüseyin'in daha sonra da arkadaşlığını aynı forma altında sürdüreceği İsmail Kartal, Gaziantepspor'a geldiğinde henüz 18 yaşındadır. O sıralar Hüseyin 25 yaşındadır ve Anadolukavaklı bir İstanbul çocuğu olan İsmail'e kol kanat gerer. İsmail'in de ona karşı olan sevgi ve saygısı hiç bitmez. Tuhaf olan şu; İsmail, Hüseyin'den daha önce Fenerbahçe'ye transfer olur. Bir ilginç satır arası da Hüseyin'in Antep 2. Lig'de iken Milli Takım'a gelmeye devam etmesidir. Neticede 1979 yılında imza attığı formadan ancak 1984'te ayrılabilir. Fenerbahçe ondan asla vazgeçmez ve bir yıl gecikmeli de olsa takım arkadaşı Tuğrul'la beraber onu transfer eder.

Hoşuma gider

Askerliği de biten Hüseyin ve Tuğrul'la anlaşan Fenerbahçe, bu iki oyuncuyu o günlerde moda olduğu üzere Bodrum'da ağırlar ve bir aksilik olmadan da imza attırır. Artık arzuladığı kulüptedir Hüseyin. Bir sene öncesinde Trabzonspor'un gerisinde ligi ikinci sırada tamamlayan Fenerbahçe sezona bu transferlerle güçlenerek ve takımın başına da Veselinoviç'i getirerek girer. Veselinoviç'in isteğiyle bu kadroya Dusan Pesiç de eklenir. O tarihte Galatasaray da Alman Milli Takımı'nın başında görev yapmış olan Jupp Derwall'i getirir. Rekabet gitgide büyümektedir. Fenerbahçe sezona çok iyi bir başlangıç yapar. İlk beş maçta gol yemez. Artan orta saha hakimiyeti bunun ana etkenidir. Önder, Müjdat, İlyas, Hüseyin, Tuğrul, Arif ve Pesiç'ten mürekkep orta saha, gerçekten oyunun iki yönünü de çok iyi oynamaktadır. I. Veselinoviç döneminin kıymetli kadrosu Beşiktaş'la çekişmeye başlar. Hüseyin ligde ilk golünü Eskişehirspor'a atar. Ardından Antalyaspor, Malatyaspor (2 kez) ve Gençlerbirliği Hüseyin'in ayağından gelen topları filelerden alır.

20 Mayıs'taki önemli maçta Müjdat ve İlyas'ın ayağından gelen gollerle 2-2 biten Beşiktaş maçı şampiyonluğa yaklaştıklarının kanıtıdır. Ardından deplasmanda Orduspor'u 2-0 ve İstanbul'da Antalyaspor'u 3-1'le geçerek averajla şampiyonluğu kucaklarlar. Evet rüya, bir rüya ile açılmıştır Hüseyin için. İlk senesinde 26 lig maçında 5 kez fileleri döven Hüseyin oynadığı futbolla bir anda dikkat çekmiştir. Ben kendi adıma bile bugün tam olarak değerlendirilemediğini düşünürüm Hüseyin'in. Çünkü gerçekten çağının ötesinde bir futbol anlayışı vardı. Oyunun hem savunma hem de hücum yönünü oynayabilen ender orta saha oyuncularından biriydi. O yıllarda uzak mesafelerden şut atmak bile cesaret işi iken, toplara sert ve düzgün vuruşlarıyla birçok gol atması bile başlı başına bir devrimdir.

Hüseyin Çakıroğlu belki de hücuma dönük orta sahaların memleket topraklarında yetişen ilk örneğidir. Ayağında top tutmayıp tek pas oynayarak, arkadaşlarını pozisyona sokan, asist yapan, üstüne üstlük bir orta saha oyuncusu için azımsanmayacak kadar çok gol atan bir oyuncu oldu hep. Sorumluluktan kaçmayan yapısıyla saha içinde lider bir kişiliği vardı, saha dışında olduğu gibi. Ve bir başka devrimi de oyunun diğer bölümünde yaptı. Belki de ilk çapalardan biriydi ki, bunun için "Sarı" Hüseyin olarak geldiği Fenerbahçe'de lakabı bir anda "Doktor" oldu. Çünkü teşhisini koyup tedaviyi yapıyordu. Bunun en yakın tanıklarından biri Derwall olmuştu. Haluk Çakıroğlu'nun anımsattığı gibi uyum sürecinde zor günler geçiren Derwall'e gazeteciler neden bir türlü istenen oyunun oynanamadığını sorarlar. Derwall bunun zamanla oluşacak bir şey olduğunu belirterek, bu sürecin Hüseyin ve İlyas gibi modern futbol oynayan oyuncularla daha kolay aşılabileceğini, Galatasaray'ın mevcut kadrosuyla biraz daha zamana ihtiyacı olduğunu belirtir. Yorumcu altına hemen ekler: "Hüseyin ve İlyas olduktan sonra size ne gerek var Sayın Derwall, onlar bir şekilde Galatasaray'ı şampiyon yapar zaten."

Haluk Çakıroğlu, ağabeyinin futboluna en yakın oyuncu olarak doğru bir tespitle Tugay'ı gösteriyor. Ancak eklemeden edemiyor: "Fakat çok daha fazla gol atanıydı." Hüseyin'in Fenerbahçe'de ikinci sezonuna başlamadan önce Hayat Spor'a verdiği röportaj karakteriyle ilgili çok önemli ipuçları taşıyor. Neredeyse çocukluğundan beri Fenerbahçeli olan, sonunda hayalindeki takımda oynayan, üstüne üstlük ilk sezonunda şampiyonlukla onurlanmış bir insanın sözleri. Zaten spotu okuyunca, zarif bir insanla karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz: "Her insanın bir hedefi olmalı. Benim de hedefim futbola ilk başladığım günden beri İstanbul'da üç büyük takımdan birinde oynamaktı... Ve amacıma ulaşmanın mutluluğu içinde Fenerbahçe'de futbol oynuyorum."

Rakiplerini küçümsemeyen, aksine onurlandıran o kadar sahici, o kadar da içten bir ifade bu. Aynı röportajda bakın neler söylemiş Hüseyin Çakıroğlu: "Türk futbolunda birçok sorunlar var. Bunların başında tesis yetersizliği ve altyapının olmaması geliyor. Bozuk sahalar futbolun kalitesini düşüyor. Ayrıca bu sorunları giderebilecek kişiler olayın bilincinde değil. Futbolun geri kalış nedenlerine beslenme yetersizliğini de eklemek gerekiyor. Düzenli ve yeterli beslenme sağlanamıyor. Ama bunlara rağmen Türk futbolunda ilerlemeler kaydediliyor. Eğer altyapı sorunu halledilirse ki bunun için çalışmalara başlanmıştır, Türkiye gelecekte çok daha iyi futbol vaat etmektedir. Türkiye'de çok büyük futbolcular da yetişiyor. Fenerbahçeli Selçuk, Şenol, İsmail, Beşiktaşlı Metin, Galatasaraylı Erdal beğendiğim futbolcular." Son sözünü o sene oynanacak lige getiren dergiye cevabı da aynı tondan oluyor: "Lig her yıl olduğu gibi bu sene de dört büyük arasında geçecek. Şampiyonluk konusunda şimdiden bir şey söyleyemeyeceğim. Top yuvarlaktır fakat çalışan bunun karşılığını alacaktır ve Fenerbahçe'nin şampiyon olacağına inanıyorum. İleride Türk futbolunun kalitesinin yükselmesini ve gelecekte daha iyi statlarda daha kaliteli bir futbol sergilenmesini diliyorum."

Aynı dönemde Ankara bir büyük maça ev sahipliği yapmaya hazırlanıyordu. Ligin şampiyonu Fenerbahçe, Türkiye Kupası'nı kazanan Galatasaray'la karşılaşacaktı. 12 Haziran 1985 tarihinde iki rakip karşılaştı. Kupanın mahiyetinden çok iki ezeli rakibin düellosu şeklinde tezahür etti final. Veselinoviç takımı şampiyon yapmasına rağmen en çok Hüseyin'e yeteri kadar zaman tanımamasıyla eleştiriliyordu. Lig maçlarında sahada gezinen onca futbolcu varken ilk Hüseyin'i oyundan alıyordu örneğin. Nitekim finale de Hüseyin'siz bir kadroyla çıktı. Galatasaray'ın sağlam defansı ve oyun kurgusuyla pozisyon bulmakta zorlanan Fenerbahçe, devrenin bitimine az bir süre kala Bülent Alkılıç'ın ayağından golü de yiyince, soyunma odasına 1-0 mağlup girdi. Simoviç, Cüneyt Tanman, Raşit Çetiner ve Fatih Terim'den oluşan defans kilidini açabilmek için bir çilingire ihtiyacı vardı sarı-lacivertlilerin. Veselinoviç ikinci yarıya Hasan Özdemir'in yerine Hüseyin Çakıroğlu'nu alarak başladı oyuna. Bununla da ilk yarıyı boşa geçirmiş olduğunu anladı. Fenerbahçe'nin orta sahası bir anda canlanmış, pas trafiği Hüseyin'in kontrolünde makine gibi işlemeye başlamıştı. Fakat Galatasaray defansı hazırlanan tüm pozisyonlarda Repçiç, Şenol ve İlyas'a yine de şans tanımıyordu. Fenerbahçe Galatasaray'ı sahasına hapsetmiş, gerçekten yenilgiyi kabullenmeyen bir şampiyon gibi oynuyordu. Fenerbahçe 57. dakikada Galatasaraylı İsmail'in çift sarı karttan oyun dışı kalmasına rağmen bir türlü istediği gole kavuşamamış, kupanın ezeli rakiplerine gideceği düşüncesiyle karşı karşıya kalmıştı. Ama Hüseyin önderliğindeki Fenerbahçe pes edecek gibi değildi. 78. dakikada orta sahada kaptığı topla ilerlerken iki Galatasaraylıdan sıyrıldı ve yaklaşık otuz metreden Simoviç'in koruduğu kaleye bir füze yolladı. Bitime on dakika kala skor eşitlenmişti. Fenerbahçe baskısı daha sonra da devam etmesine rağmen gol getirmedi. Final uzatmalara taşındı. Uzatmalarda biraz daha toparlanan Galatasaray'la beraber maç bir heyecan kasırgasına dönüşmüştü. Uzun yıllar hafızalardan çıkmayacak bir final oynanıyordu. Nitekim 120 dakika neticelendi, kazanan penaltılarla belirlenecekti. Fenerbahçe'de sırasıyla İsmail, İlyas ve Hüseyin penaltıları gole çevirdi. Galatasaray'da ilk atışı kullanan Simoviç penaltıyı kaçırdı, ardından Abramczik ve Raşit golü buldu. Galatasasaray adına Fatih Terim penaltıyı değerlendiremezken, Selçuk Fenerbahçe'ye sezonun ikinci kupasını getirdi. Fakat kupanın asıl kahramanı maçı çeviren Hüseyin ve penaltılara dur diyen Yaşar'dı. Bir sonraki sezon takımın başına Macar Mezsöly geldi. O sezonun en önemli futbol olaylarından birinin baş aktörlerinden biri de Hüseyin oldu. Belki de en unutulmaz golün sahibi...

Fenerbahçe'ye Şampiyon Kulüpler Kupası'nda ilk turda rakip olarak Bordeaux çıktı. 1984 yılında Avrupa Şampiyonu olan Fransa'nın lig şampiyonu. O zamanlar Fransız oyuncular birkaç istisna dışında çoğunlukla kendi liglerinde boy gösteriyorlardı. Yani diğer anlamıyla Avrupa Şampiyonu olan Fransız Milli Takımı ağırlıklı olarak kendi liginin oyuncularıyla bu başarıyı yakalamıştı. Fenerbahçe'nin durumu umutsuz görünüyordu. Maç televizyondan yayınlanmadığı için tüm Fenerbahçeliler radyoların başındaydı. Daha sonra izlenecek görüntülere kadar her şey tahayyül üzerine kuruluydu. Yayın başladığında ve Murat Ünlü kadroları okuduğunda içimize bir sıkıntı çökmüştü. Hüseyin ilk onbirde yoktu. Oysa Bordeaux, Tigana, Giresse, Batistonlu kadrosuyla tam teşekküllüydü. Fakat Fenerbahçe maça her oyuncusunun iki kişilik oyunuyla başladı. Herkes aklından "Daha ne kadar dayanırlar acaba?"diye geçiriyordu. Oysa topa en çok sahip olanlar Fenerliler oluyordu geçen sürede. Makûs talihini beklemek yerine hücuma kalkıyor, pas yapıyor, şut atıyordu sarı-lacivertliler. 21. dakikada orta sahadan uzatılan topa bir anda hareketlenen Selçuk inanılmaz bir hızla iki Fransız defans oyuncusunun kendisine yaklaşmasına bile izin vermeden kaleci Dropsy'nin solundan fileleri görüyordu. Sevinç büyüktü ama itidâl de gerekliydi. İlk yarı Bordeaux'nun şoku atlatamamasıyla ve Fenerbahçe'nin sakin oyunuyla 1-0 bitti. İkinci yarıda sahadaki oyun futboldan çok bir efor testiydi sanki. 57'de Reinders beraberliği sağlayınca umutlar azalsa da bu golden iki dakika sonra Şenol'un kuvvetiyle taşıdığı topu sağ çizgi dibinden beklenmedik bir şutla kaleye vurması, kalecinin de üzerine gelen bu topu içeri tiplemesi sanki "olacak galiba" dedirtti herkese. Skor 2-1 olmuştu. Ama yorulan Fenerbahçe'yi baskı altına almayı başaran Fransızlar 74. dakikada Hanini'nin golüyle beraberliği sağladı. 61. dakikada orta sahanın top tutabilmesi için yorulan Pesiç'in yerine oyuna Hüseyin'i almıştı Mezsöly. Hüseyin topu tutmakla kalmamış, bir anda Fransızlar için en büyük tehdit haline dönüşmüştü. Tek paslarıyla boş arkadaşlarını görüşü, oyunu rahatlatan hamleleriyle, kuvvetiyle taşıdığı toplarla oyunu Fenerbahçe lehine rahatlattı. Dakikalar 78'i gösterdiğinde ise Parc Lescure Stadı buz kesti. Ceza sahasının hemen ön çizgisindeki pas alışverişinde Hüseyin önünde kalan topa hâkim oldu, önce sağa çekip Batiston'u yatırdıktan sonra kaleyi görür görmez müthiş bir şut çıkardı. Dropsy sağ direk dibine doğru gelen bu topu sadece gözleriyle takip edebilmişti. Fenerbahçe zoru başarmış Fransa şampiyonunu Fransa'da mağlup etmişti.

Hüseyin Çakıroğlu 2. Lig'den bile seçildiği A Milli Takım'da 10 kez forma giydi. 4 kez de Ümit Milli Takım formasını sırtına geçirdi Hüseyin. A Milli formayı ilk kez 29 Ocak 1983'te Ali Sami Yen Stadı'nda 1-1 biten Türkiye-Romanya müsabakasında taşıdı. Yine en unutulmaz maçlarından birini, 30 Mart 1983'de Belfast'ta K. İrlanda'ya karşı çıkardı. 2-1 kaybedilen maçta yine inanılmaz bir performans sergilemişti. Son milli maçı ise 12 Mart 1986'da İsviçre'yi 1-0 mağlup ettiğimiz karşılaşmaydı. A Milliler bir sonraki Yugoslavya deplasmanına inanmak istemedikleri bir haber alarak, ağlaya ağlaya gitti.

Gözyaşları da çiçek açar

Haluk Çakıroğlu'yla yaptığımız sohbette beni en çok etkileyen sözü: "Ben ağabeyime doyamadım," olmuştu. Hüseyin Çakıroğlu 1986 yılında çok hızlı bir şekilde ayrıldı aramızdan. Kimse ne olduğunu anlayamamıştı tam manasıyla. Olayın birinci tanığı kardeşinin ağzından nakledelim o günleri: "Ben 18 yaşına geldiğimde, Fenerbahçe'ye transfer olmasıyla kavuştum ancak ağabeyime. On yılı gurbette geçti. Ağabeyim vefat edeli neredeyse 20 yıl oluyor ama ne zaman tanımadığımız bir ortamda konu futbola gelse, tesadüfen 'Rahmetli Hüseyin'in kardeşiyim' dediğim zaman, Galatasaraylı ve Beşiktaşlı bile olsa karşımdaki insanlar ağlamaklı oluyor. Tanıyorsa, yaşı müsaitse adamın şekli değişiyor. Çoğu gençler tanımıyor çünkü. Beşiktaşlısı, Galatasaraylısı, Trabzonlusu hepsi iyi anıyorlar ağabeyimi. Herkes tarafından sevilen bir yapısı vardı rahmetlinin. Ölüm haberini aldıklarında Milli Takım Yugoslavya deplasmanına doğru yola çıkmış. Şenol ağlaya ağlaya maça gidiyor mesela, hepsi perişan oluyorlar. Çok insancıldı, çok mütevazı, duygusal, ince ruhlu bir insandı. Futbolcuların kültür seviyesi biraz daha düşüktür örneğin basketbolculara nazaran. İstisnai tiplerden biriydi rahmetli. Kitap okumayı severdi, tüm klasikleri alır ve okurdu. Rus yazarları, Dostoyevski'yi severdi mesela. Arkadaşlarına da dikkat ederseniz düzgün insanlardır. Mesela Şenol Çorlu yapı olarak sakin, kültürlü bir insandır; en iyi arkadaşı da oydu zaten. O dönemlerde gece hayatı haberleri meşhurdu; hiç öyle bir şeyi yoktu mesela. Bayan arkadaşı vardı, zaten sözlülerdi. Ama evlenmek kısmet olamadı. Sağ bacağının iç kısmında bir beni var, fotoğraflarında da gözükür. Ben, yavaş yavaş büyüyor. Masör masaj yaparken eline falan takılıyor. 'Ağabey bunu aldıralım' falan diyor. O da önem vermedi, biz de öyle. Kaya Çilingiroğlu'na gönderiyorlar; onun asistanı var, o alıyor beni. Aldıktan sonra yapılıyor tahlili. Habis çıkıyor, oradan vücuda yayılmaya başlamış. O sıralar zaten idmandan geliyordu, 'Çok yoruldum,' diyordu ki normalde teknik olmasının yanı sıra çok da kuvvetliydi. Teknik oyuncunun gösterdiği dirençten daha fazla direnç gösteriyordu. Bir anda hastalık tüm vücuduna yayılıyor. En son evde bir kriz geçirdi, sara krizi gibi. Ondan sonra götürdük Amerikan Hastanesi'ne ama iş işten geçmişti. Ağabeyimle ilgili hatıralarım hep güzellikler içerir. Sonuçta Derwall gibi Alman Milli Takımı'nda görev yapmış bir futbol adamının bile ilk bahsettiği oyuncu Hüseyin ise, bu az şey değildir diye düşünüyorum. Gaziantep'ten buraya Milli Takım kampına gelirlerdi, Tarabya Oteli'ne. Ben kampa giderdim, takım elbiselerini götürürdüm. Beni futbolcularla tanıştırırdı, örneğin Fatih Terim'le, Raşit Çetiner'le. Maçlardan sonra da konuşurduk. Mesela bir K. İrlanda maçı vardı, çok iyi oynamalarına rağmen deplasmanda 2-1 kaybetmişlerdi Belfast'ta. Onun dönüşünde altı oyuncuyu havaalanında askere aldılar, ağabeyim de dahil. Saçlarını kestiler, ondan sonraki maçta hepsi keldi. Bunları anlatırdı, çok hoşsohbet bir insandı. Ama istediği kadar ne Fenerbahçe'yi ne Milli Takım'ı yaşayabildi. Biraz geç keşfedildi. Kayıbıyla hepimiz bir travma yaşadık. Ben Fenerbahçe altyapısından yetiştim, İstanbul dışına gidecektim. Gidemedim, çünkü büyük ağabeyim İskenderunspor'daydı. Hüseyin ağabeyim rahmetli olmuştu. Üstüne babam vefat etti, annemi bırakıp da gidemedim. Burada 3. Lig'de falan oynadım. Bu travma belki benim futbol hayatımı bile etkiledi. O zaman başkan Tahsin Kaya'ydı, sağolsun çok ilgilendiler. Kulüp çok ilgilendi, hiçbir mağduriyet yaşamadık. Tüm futbolcularla iyi arkadaştı. Büyük ağabeyim o zaman Uzunköprüspor'da oynadığı için hastanede bir gün annem, bir gün biz kalıyorduk yanında. Beşiktaşlı Metin, Rıza falan geldiler, çok severlerdi ağabeyimi. Hatta Metin çıkamadı yukarıya, 'Tutamam kendimi, ağlarım', diye. O söz konusu olunca sanki kulüpçülük kalmazdı ortada. Galatasaraylısı, Trabzonlusu, her kulüpten geldiler ziyaretine."

Sen tek başına değilsin

Yazının en başında dediğim gibi, benim için Fenerbahçe Hüseyin Çakıroğlu'dur. Başka bir şey değil. Tüm bu yazının ara başlıkları ilk bakışta anlamsız gelebilir. Ara başlıkların hepsi 1985 yılında kaybettiğimiz şair Abdülkadir Bulut'tan alıntı. Başlıkların tümü onun bir şiirinin adıdır. Travma insanı hiç beklemediği anlarda vurur. Sevdiğiniz bir futbolcu ya da sevdiğiniz bir şairin zamansız kaybı, fark etmez. 80'lerin ortası benim için böyle bir anlam ifade ediyor. Keşfedilen kahramanların kayboluşu...

Bir yıl arayla göçüp giden iki kahraman, ben her zaman ikisini birbirine çok yakın buldum. Biri hiç tanışamadığım ama uzaktan bile tanıyıp sevdiğim, vefatıyla derin bir üzüntü duyduğum insan. Yıllar sonra kardeşinin çizdiği profili sevgi ve hürmetle dinleyip, sahte değil aksine bir o kadar gerçek oluşuyla, onunla ilgili tüm düşüncelerimi katlayarak büyüten Hüseyin Çakıroğlu. Diğeri ise Anamur'un kekik kokulu şairi. Kitabını almak için girdiğim bir yerde kitapçı arkadaşın "Bir dakika," deyip kaybolduğu ve kendisiyle çıkageldiği, tanıştığım için kendimi şanslı addettiğim, adıma imzaladığı kitabını hâlâ kütüphanemin amentüsü gibi sakladığım Abdülkadir Bulut. Biri yeşil sahalara, diğeri kağıtlara sanatını nakşetmiş, hemen hemen aynı tarihlerde bazı çocukları kahramansız bırakmış iki değerli insan.

Hüseyin Çakıroğlu'yla ilgili bir metnin her yerine yakışır Abdülkadir Bulut'un dizeleri. Sonuna olduğu gibi:

"Sen tek başına değilsin
Yağmurda koşan taylar gibi
Ve toprağı iyice kavrayan
Kökler kadar akranın var
Omuzlarında hayat ve şiir
Alınterinden bir yürüyüş."


29 yaşında kaybettiğimiz Hüseyin Çakıroğlu’nun hikayesidir bu..
Fenerbahçeli Hüseyin’in..

Durun bir dakika..
Cemal Süreya’nın da diyecekleri var..

ölüyorum tanrım
bu da oldu işte

her ölüm erken ölümdür
biliyorum tanrım

ama ayrıca aldığın şu hayat
fena değildir

üstü kalsın.




Bu yazının bir kısmını www.vamosbien.net sitesinde yayınlayan sevgili T.Giray Tayyar arkadaşımıza teşekkür ederim...Onun sayesinde Hüseyin Çakıroğlu hakkında araştırma yapıp bu bilgilere ulaştım...

25 Mart 2010 Perşembe

Yoksulluğumuz Kardeştir Bizim Kampanyası Sonuçlandı...Vamos Fener!..






























Nerden başlamalı, ne yazmalı bilmiyorum...Öyle güzel anlar yaşadım ki bu kampanya süresince anlatmaya kelimeler yetmez...Fenerbahçe'li ve Vamos Bien üyesi olmanın güzelliğini en fazla hissettiğim anları burada yaşadım...Yoksulluğumuz Kardeştir Bizim demiştik kampanyamızın adına...Gittiğimiz yerlerde hem yoksulluğu hemde kardeşliği gördük,yaşadık...Halkın takımıyız diyoruz,yaptığımız bu kampanyayla bunu bir kez daha göstermiş olduk...Herkese bir kez daha teşekkür ediyorum tekrar...Ben en iyisi satırları önce grubumuzun yaptığı açıklamayı sonrada grubumuzun forum sitesinde kampanyayla ilgili yayınladığımız günceye bırakayım...




"Vamos Bien grubu olarak düzenlediğimiz Yoksulluğumuz Kardeştir Bizim - Köy Okullarına Yardım Kampanyası'nı başarıyla sonuçlandırdık. Kasım ayından beri sürdürdüğümüz hazırlık aşamasını tamamladıktan sonra 28 Şubat günü yola çıkarak, 1 Mart günü Muş - Sungu - M. Akif Ersoy İ.Ö.O., 2 Mart günü Van - Çaldıran - Yukarı Sağmalı Köyü İ.Ö.O., 3 Mart günü Van - Çaldıran - Toprakseven Köyü İ.Ö.O., 4 Mart günü Ordu - Kabataş - Alankent İ.Ö.O. ve 5 Mart günü de Ordu - Ünye - Pelitliyatak - Çalca İ.Ö.O.'na eşyalarını teslim ettik. Gittiğimiz 5 okulda yaklaşık 1700 öğrenci öğrenim görüyordu. Vamos Bien olarak bu okullardaki ihtiyaç sahibi öğrenci kardeşlerimize ihtiyaçları olan bot, mont, kazak, kırtasiye malzemesi vb. eşyaları temin ederek kendilerine ulaştırdık. Gittiğimiz okullarda eşyaları öğrenci kardeşlerimize teslim ederken tanık olduğumuz öğrenci kardeşlerimizin mutluluğu bizim için en büyük teşekkür oldu. Kampanyamıza katkıda bulunan herkese Vamos Bien grubu olarak teşekkür ederiz."




Van'a kadar gidipte kahvaltısını tatmadan gelmek olmazdı...



Kardeşlerimizin yoksulluklarını paylaştık...

Vamos Bien olarak bu yıl ilkini düzenlediğimiz Yoksulluğumuz Kardeştir Bizim-Köy Okullarına Yardım Kampanyası'nı başarıyla sonuçlandırdık.Daha önceden belirlediğimiz Muş, Van ve Ordu illerindeki toplam 4 okula eşyalarını 1-5 Mart tarihleri arasında teslim ettik.Eşyaların teslimi için gittiğimiz her okulda bu kampanyayı yapmakla ne kadar doğru ve güzel bir iş yapmış olduğumuzu bir kez daha görmüş olduk.Kampanyaya başlarken yazdığımız yazıda "...Taraftarız,tarafız,halkın tarafındayız,halkın yanındayız..." demiştik.Türkiye gibi futbol aracılığıyla her türlü yozlaşmanın insanlara kolayca aşılandığı bir ülkede bu söylediklerimiz kimilerince çok iddialı bulunsada, 1 hafta içinde dağ-tepe, kar, yağmur-çamur içinde 5000 km. yol katederek sözümüzün arkasında durduk ve gerçek taraftarın halkın içinde,halkın yanında olması gerektiğini gösterdik.Grup olarak daha önce bu denli kapsamlı bir organizasyon yapmamıştık.İlk defa böyle bir işe giriştiğimiz için kampanya başında ufak tefek sıkıntılar yaşadık.Ama zaman geçtikçe elbirliğiyle hepsinin üstesinden geldik.Bu kampanya ne pankart boyamaya ne de deplase olmaya benziyordu.Onların güzelliği tartışılmaz elbette ama bu işin güzellliğinide anlatmayada kelimeler yetmeyecekti köylere gittiğimizde gördüğümüz manzara karşısında.Yaklaşık 3 ay süren hazırlık aşamasından sonra sıra eşyaları teslim etmek üzere köylere gitmeye geldiğinde içimizi tatlı bir heyecan kapladı.Yine yollara düşüp deplase oluyorduk ama bu sefer bir maç için değildi.28 Şubat'ta yola çıkıp 1 Mart günü ilk okulumuz olan Muş-Sungu-M.Akif Ersoy İ.Ö.O.'na gittiğimizde gördüğümüz manzara bize "iyiki Fenerbahçe'li olmuşuz,iyiki Vamos Bien'li olmuşuz" dedirtti.Çocukların gülen gözleri,sıcacık elleri,kocaman sarılmaları ve öpmeleri burada kelimelerle anlatılamayacak kadar güzel anlar yaşattı bize...Muş'tan ayrılıp Van'a,Van'dan ayrılıp Fatsa ve Ünye'deki okullara gittik.Her gittiğimiz okulda çok farklı anlar yaşadık.Van-Çaldıran'daki okula giderken insan boyu kar yığıntısının içinden aracımızla bata çıka köye ulaştık, İran nöbetçi kulelerinin ışıklarını gördük.Çatısız,kerpiç evlerde yaşamanın zorluğuna tanık olduk.Fatsa üzerinden Kabataş'taki okula giderken Karadeniz'in zorlu doğa koşullarını gördük.Ünye'deki okulda çocukların bizler için hazırladığı resim ve mektuplarla anlatılmaz mutluluk yaşadık...Gittiğimiz her okulda, yaptığımız kampanya için hem öğrencilerin, hem velilerin hemde öğretmenlerin,görevlilerin ve köylülerin bizlere ettikleri teşekkürler,ikramlar ve gösterdikleri yürekten misafirperverlik kampanya boyunca yaşadığımız tüm yorgunlukları bir çırpıda aldı götürdü... Vamos Bien grubunu var eden temel özellik dayanışma ruhudur ve bu kampanya sayesinde bunu bir kez daha kanıtlamış olduk…Bu kampanyayı düzenlemeye karar verdiğimiz andan itibaren bu dayanışma ruhuyla emek harcayan herkese,tüm grup üyelerine,kampanyamızda öğrenci kardeşlerimizle buluşmamızda bize en büyük desteği veren sevgili öğretmenlerimiz Funda TOSUN, Aysu Parmaksız, Zeynep YILMAZ ve Semra GÜMÜŞ'e sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.Ayrıca kampanyamıza maddi,manevi her türlü desteği sunan,evindeki eşyasını veren,yeni alan,maddi yardımda bulunan ayırım yapmaksızın herkese,özellikle mutfak harcamalarından ayırdıkları paraları birleştirerek kampanyada kullanılmak üzere kırtasiye malzemesi alan ve temin ettikleri diğer eşyalarla kampanyamızın Ankara ayağında topladığımız eşyaların yarıdan çoğunu temin eden Ankara-İncirli-Gönülcük Sokak halkına teşekkürlerimizi sunarız.Bu kampanya hepimizin emeği,desteği ve çabası sayesinde başarıya ulaştı...Teşekkür ederiz...


ve kampanyanın en son ve en güzel karesi...
bu kadar yorgunluğun üstüne , Ünye'ye kadar gelmişken bir karadeniz pidesi ve yanında da turşu kavurma yemeden olmazdı...



Detaylı fotoğraf ve haber için aşağıdaki linkleri ziyaret edin...

Kampanya güncesi : http://www.vamosbien.net/showthread.php?t=5893
Kampanya hazırlık aşaması: http://www.vamosbien.net/showthread.php?t=5699